DİYARBAKIR – Leyla Zana 12 Eylül mahpushaneleri kapısında hayatı, siyaseti, devleti, direnişi, örgütlenmeyi öğrenmiş bir Kürt kadın siyasetçi. Siyaset sahnesine çıktığı günden bu yana tutumuyla, söyledikleriyle, yaptıklarıyla Kürt halkı üzerinde etkili oldu. Kürt kadınlarının siyasete aktif olarak katılmasında öncü isimlerden biri oldu ki zaten 1990’lı yıllarda doğan birçok kız çocuğunun adı Leyla’dır.
Kürt partileri içinde önemli roller üstlendi. Söyledikleri ve yaptıkları sadece Türkiye’de değil, dünyada dikkatle izlendi. Türkiye’de ve dünyada Kürt siyasetçi olarak diplomasi yürüttü. En zor zamanlarda söz aldı ve sözünü söylemekten sakınmadı.
Çözüm sürecinde İmralı’ya giderek Abdullah Öcalan ile de görüştü, Irak Kürdistan Bölgesi’nde Mesut Barzani ile de görüştü. 10 yılı aşkın bir süre cezaevinde kaldı, halkın oylarıyla dört kez Meclis’e de gitti.
Vasıflarını, yaşadıklarını, yapıp ettiklerini sıralamaya kalksak uzar gider. Ancak Leyla Zana, benim hafızamda mahpushane kapısında verdiği mücadele ile yer etmiştir daha çok. Onun burada sergilediği pratik ile geldiği yer, birçok Kürt kadını için ilham kaynağı olmuştur diye düşünüyorum. Bu da hiç azımsanmayacak bir gurur duyma haline vesile olur. Üstelik bu gurur duyma hali sadece Leyla Zana’ya ait değildir, ona yol açan halka ve siyaset biçimine de aittir.
Sözü, yaklaşık 8 yıldır siyasetten elini ayağını çekmiş gibi görünen Leyla Zana’ya bırakacağım.
Leyla Zana siyaset defterini kapattı mı? Küs mü, kırgın mı? Siyasetin ve hayatın neresinde duruyor? Kamuoyunun önüne çıkmadığı yıllar içinde nasıl bir hayat sürdü? Barış süreci neden bitti? Erdoğan 8 Ekim 2015’te “Ben çözüm süreci kaldırılmıştır demedim, şu aşamada buzdolabına konulmuştur dedim. İşler yolunda giderse, süreç yeniden gündeme gelir” demişti. Yeni bir süreç mümkün mü?
Bütün bunları ve daha fazlasını onun köy evinde konuştuk. İki saatten fazla konuştuk, aklıma gelen ve kamuoyunun merak ettiğini düşündüğüm birçok soruyu sordum ve o, her soruyu samimiyetle cevapladı. Ev sahipliği ve yıllar sonra Gazete Duvar’a konuştuğu için teşekkür ederek, buyurun Leyla Zana ile sohbete…
‘SORULARIMA CEVAP BULAMADIM, YAS TUTTUM’
Uzunca bir süredir Leyla Zana’nın siyasetle ilgili bir demecine rastlamadık. Siyasi bir ortamda da göremedik. Bu süre içinde önemli gelişmeler oldu, seçimler yapıldı. Sanırım benim gibi birçok kişi bu süre içinde Leyla Zana’nın neler yaptığını merak ediyordur. Leyla Zana neden susmayı tercih etti?
Öncelikle karşılaşmamızdan memnuniyet duyduğumu ifade etmek istiyorum. Her ne kadar birçok gazeteciden yıllardır röportaj teklifi gelse de nereden başlamam gerektiğini ve neler söylemem gerektiğini şimdi, şu an siz karşımdayken düşünmeye başlıyorum. 2015 yılında siyasal bir deprem yaşadık. Özellikle hendekler sürecinde gerçekten siyasal muhataplığın durduğu noktaya vardık. O süreçte kitle ile yüz yüze geldiğimizde verecek hiçbir cevabımızın olmadığını da gördüm. Susmamın nedenlerinden biri budur. Halklarımıza ve Kürt halkına karşı mahcubiyetten dolayı sustum. Yüzlerce insanın hayatını kaybettiği bir süreç yaşandı. Bir genç arkadaşımız bana, ‘bizim sokak hırsızlarımız bile bu hendeklerde öldürüldü’ demişti. Hepsi genç çocuklardı. Binlerce insan evinden, yurdundan, toprağından oldu. Bu insanlar nereye göç etmek zorunda kaldı? Beslenebiliyorlar mıydı? Barınabiliyorlar mıydı? Kimse bunlarla ilgileniyor muydu? Güç getiremedik, elimden bir şey gelmedi ve bu beni kahrediyordu.
Toplum bir cevap bekliyor ve sen cevap olamıyorsun. Bu durum benim yedi yıllık bir yas süreci yaşamama neden oldu. Çok derinden yaralandım. Hayat seçimlerden ibaret değil. Sadece seçimler döneminde kitle siyasetçinin aklına geliyorsa bu sorunludur. Sonuçta toplum sana bir sorumluluk yüklemiş ve onun sorunlarıyla ilgilenmek durumundasın. Duyarlı olmak durumundasın. Ona sahip çıkmak durumundasın. Sahip çıkamadık. Sahip çıkamadığımız için de kendi iç dünyamda bir siyasal deprem yaşadım diyebilirim. Halen Sur’u görmüş değilim. Gidip göremiyorum. Kendimi hazır hissetmiyorum.
‘DAVAYA KÜSERSEN KENDİNE KÜSMÜŞ OLURSUN’
Az önce bir yas sürecinden söz ettiniz. Yanı sıra bir küskünlük de var mı?
Hayır, bu dava bütün kişiliklerden çok daha büyük, çok daha kapsamlı bir dava. Davaya küsülür mü? Davaya küstüğün zaman kendine küsmüş olursun. Küskünlük, kızgınlık değil. Toplumun sorunlarına cevap olamadığınızda, o zaman ‘kime, neye hizmet ediyoruz’ sorusuyla karşılaştım. Ve uzun süre bu soruları kendi kendime sordum. Ne yapabilirdik de yapamadık? Halen yeterince bir açıklık getirildiğine inanmıyorum. Tamam, sistem bütün şiddetiyle Kürtlere her boyutta saldırıyordu. Senin inkarın üzerine kurulu bir sistem var. Ama biz kendimize ne kadar sahip çıktık? Bu tuzağa nasıl düşebildik? Kişisel görüşüme göre bu bir tuzaktı. Tehlike neden öngörülemedi? Bakın, şu anda İsrail ile Filistin’e baktığımızda, biz bunu 2015’te yaşamışız. Tarihin hiçbir döneminde cesetlerimiz 7 gün cadde üstünde, sokakta kalmadı. En zor süreçlerde bile gidip kemiklerimizi toplayıp getirebildik. Ama Taybet Ana’nın cenazesi 7 gün sokakta kaldı ve çocukları bile gidip alamadı. Cizre’de küçücük bir çocuğu annesi alıyor, dondurucuya koyuyor. Dondurucu kelimesini her duyduğumda o anı yaşıyorum. Bir anne çocuğunun vücut bütünlüğü bozulmasın diye kalkıp dondurucuya koyuyorsa çaresizliğinden, bu hepimizin ayıbıdır. Bütün bunlar beni derin bir sorgulamaya götürdü.
‘BUGÜN CEZAEVLERİNDE DİRENİŞ VAR DİYE KONUŞUYORUM’
Şimdi konuşuyorsak bu sorgulama süreci bitti diyebilir miyiz?
Siz de o dönemden gelen biri olarak bilirsiniz, siyasal tarihimiz biraz cezaevi direnişiyle şekillendi. Ve bugün cezaevleri yine direnişte. Türkiye tarihine baktığımızda belki 46’lardan bu yana cezaevleri hiçbir zaman gündemden düşmedi. 20-30 yıldır cezaevinde bu dava uğruna süreci omuzlayan insanlar, bugün yine açlık grevinde. Ve seslerinin yeterince duyulduğunu düşünmüyorum. Seçimler bitmez. Birkaç ayda bir seçim Türkiye’nin gündemine geliyor. Ve herkes seçime endekslenmiş. Peki bu demokratik mücadele nereden nereye geldi? Nasıl bu kadar gelişti? Bunu göz ardı edebilir miyiz?
Konuşmamın sebeplerinden biri de budur. Kürtler açısından baktığımızda demokratik mücadele, cezaevi direnişiyle başladı. O zaman kendi köklerimizi nasıl unutabiliriz? Nasıl bu kadar hayati bir konuyu görmezden gelebiliriz? Bu önce kendime bir eleştiri, ondan sonra da genele… Cezaevinde mücadele eden bir insanın bedenini açlığa yatırmaktan başka yapabilecek hiçbir şeyi yok. Direnmek için bedenini açlığa yatırıyor ve günbegün erimeye başlıyor. Cezaevindeki insanlar neden açlık grevine girdi? Kürt sorunuyla bağlantılı olarak baktığımızda, çözümsüzlüğün dayatıldığı, güvenlikçi politikaların hepimizi kuşattığı bu karanlıkta bu insanlar tekrar bedenlerini açlığa yatırarak tecridin kırılmasını sağlamaya çalışıyorlar. Tek gündemleri bu. Kendimiz için şunu istiyoruz demiyorlar. Diyorlar ki bu sorun tecridin başlamasıyla tıkandı. O zaman biz tekrar bu açılımı kendimiz başlatalım. Ve kendilerini tekrar açlık grevlerine yatırdılar.
Siz açlık grevlerine yabancı değilsiniz…
Hiç unutmuyorum. Cezaevlerinde Hayrilerin (Durmuş), Kemallerin (Pir), Ali Çiçeklerin, Ferhat Kurtayların başlattığı direniş kitlesel güç oluşturdu. O dönemde onlar o korkunç uygulamalara karşı kendi bedenlerini yok ederek kamuoyunu uyandırdılar, aydınlattılar, vahşeti duyurdular. Ve çok büyük bir çığlığa dönüştüler. Hepimiz daha duyarlı olmaya başladık ve legal zeminde onları desteklemek üzere bir çalışma yürüttük.
‘SİYASİ KİMLİĞİM CEZAEVİ KAPISINDA ŞEKİLLENDİ’
Evet, sizin hayatınız ve siyasi kimliğiniz cezaevlerinden çok bağımsız değil. Cezaevi kapısında şekillendi sanki.
Siyasi kimliğim cezaevi kapısında oluştu. Türkçe iki cümleyi bir araya getiremezken o cezaevi kapıları bizim için bir okula dönüştü. Bizim için aynı zamanda bir örgütleme alanı oldu. Bizim için bilinçlenme zeminine dönüştü.
Aslında bu arada devleti de tanıdınız.
Zaman zaman arkadaşlara diyordum, “Devleti sizin gibi üniversitelerden ya da askerlik yaparken değil, cezaevi kapısında tanıdım.” Demokratik legal mücadeleyi bu insanların sayesinde öğrendik. Edindikleri birikimleri bize aktarıyorlardı görüşlerde. Bir iki dakikalık görüşte şurayı da inceleyin, burayı da öğrenin diyorlardı. Ve biz ilk cezaevi kapısında örgütlenmeye başladık. İnsanlar orada birbirini tanımaya başladı ve ne yapabiliriz sorusu ile hareket etmeye başladık. Ondan sonra 89’da bir grup SHP milletvekili Paris’te bir konferansa katıldı ve SHP kapıları kapatınca, o dönemin aktörleri gelip bu hazır kitleyle partiyi kurdular. Bütün tutuklu aileleri olarak bir gruptuk. Siirt, Urfa, Batman, Mardin, gündüz oralara gidiyorduk, gece kendi şehir merkezlerimizde çalışıyorduk. Kitleyi duyarlı hale getirmeye çalışıyorduk. HEP’in kuruluşunda, “Bu mevcut potansiyeli bir yere aktarmak gerekiyor” dendi. Başta çok karşı çıkmıştık. Bu potansiyeli niye başkasına verelim? Kendi potansiyellerini kendileri oluştursun diye… Çünkü o potansiyel binbir emekle ortaya çıktı. Ve bunun öncüleri cezaevindeki arkadaşlardı. Eğer herkes kendi ailesini sakınsaydı bu potansiyel ortaya çıkmazdı. Hiç kimse kendi ailesini mücadelenin dışında görmedi.
İçeride gösterdikleri muazzam direnişin sonucu olarak aileler de dışarıda bunu destekleme pozisyonu aldılar. Politikleştiler, bilinçlendiler ve örgütlü bir ağa dönüştürdüler. Şimdi geçmiş birikimimiz böyle fedakar, dayanışmacı ve örgütlü bir halk olduğu için bugün beğenmediğimiz birtakım gelişmeler varsa, köke inmek lazım diyorum. Neyi nerede kaybedersen orada ara derler. Köklerimizden uzaklaştığımız oranda kitlede geri çekilme gerçekleşiyor. Halk, davasından kesinlikle vazgeçmiyor. Bu defalarca sınandı ve görüldü. Yarattığımız tahribat demeyeyim ama eksiklerden dolayı kendisini geri çekiyor. Yoksa davaya sonuna kadar bağlıdır. Ama bizi beğenmediği zaman da bize bir ders vermesi gerektiğini düşünebilecek politik derinlik ve öngörüde bir kitlemiz var.
‘NE CHP’NİN NE DE AKP’NİN KOLTUK DEĞNEĞİYİZ’
Gerektiğinde tavır koyuyor yani. Son milletvekili ve cumhurbaşkanlığı seçiminde de böyle bir tavır mı ortaya kondu?
Tabii ki oldu. Her siyasi parti kendi tabanını diri tutmak durumunda ve umut vermek zorunda. Eğer bunu yapmazsan, siyasi parti bir dernek gibi konumlanırsa orada sorunlar çıkıyor. Kitle sorguluyor. Dünyanın hiçbir yerinde, hiçbir kitlesel güç bu kadar özverili davranmamıştır. Hiçbir siyasi parti de bu kadar tahribata rağmen ayakta duramamıştır. Ne partiler gördük değil mi? ANAP geldiği zaman müthiş umut yaymıştı ama sonradan zaman içerisinde eridi gitti. Ama binlerce tutuklusu olmasına rağmen, binlerce faili meçhul cinayete hedef olmasına rağmen, bir sürü tahribat yaşamasına rağmen halen Kürt siyaseti dipdiri ve halen değerlerine sahip çıkıyor. Bu çok muazzam bir şeydir. Hiçbir parti bu kadar dayanıklı olamaz.
Vekil sayısı her zaman belirleyici değildir belki ama Diyarbakır’da milletvekili sayısındaki düşüş, Diyarbakır’daki insanların, sözünü ettiğimiz kitlenin bir tepkisiyle ilgili olabilir mi? Ya da başka bir şey mi vardı?
Hiçbir siyasi parti kendi tabanını götürüp başka bir siyasi partiye hiçbir getiri ummadan oy verdirmez. Bu siyasetin doğasına aykırı. Belli iş birlikleri olabilir. Zaman zaman ilkeler çerçevesinde güç birliği yaparsın, ona bir şey demiyorum. Ama götürüp kendi tabanını başka bir partiye aktaramazsın. Burada sistem büyük bir oyun oynuyor. Biz bunun ne kadar farkındayız, bilmiyorum. Bizi iki kesim arasında bir tercihe zorluyor. Bir yüzyıl bize dünyanın acısını çektiren, yok sayan ve yok sayılmamız üzerinden konumlanan bir CHP var. Diğeri de ümmet anlayışını dayatıyor. Kürtlerin ikisinden birini seçmek zorunda bırakılması hedefleniyor. Hayır biz seçmek zorunda değiliz. Biri 80 yıl büyük bir zulüm uygulamış, diğeri o zulmün devamcısı olarak konumlanmış.
Niye ikisinden birini seçmek zorunda kalalım ki? Ne CHP’nin ne de AKP’nin koltuk değneğiyiz. İkisi de değiliz; biz biziz. Bir siyasi partisin; rengin, kimliğin, söylemin, örgütlenme tarzın ve tabanın farklı… Şu anda mevcut parti yöneticilerimizin tümünün cezaevinde olması bizzat CHP liderinin tutumu nedeniyle değil mi? Bizim binlerce insanımız hapiste, sürgünde ama gündem bile olamıyorlar. Burada da bir oyun var. Halk doğal olarak bunları sorguladı. CHP’nin yeni yönetimini izliyorum, umarım Kürt meselesinin demokratik ve barışçı çözümüne dair kitlenin bu uyarılarını dikkate alan sorumlu ve cesur bir yaklaşım sergiler.
’90’LI YILLARDA BİR DERNEĞİMİZ BİLE YOKTU’
Bu seçimlerden sonra şöyle bir şey oldu. 1990’lı yılları yaşayan insanlar, “90’ların ruhu lazım Kürt halkına” demeye başladı. Gençler 90’lı yılları yaşamadılar ama okuduklarından ve dinlediklerinden öğreniyorlar ve onlar da 90’lı yılların mücadele ruhunu istiyor. Peki ama nedir o 90’lı yılların ruhu? O yılları yaşamış biri olarak siz nasıl tarif edersiniz?
90’lı yıllar, hiçbir şeyin olmadığı bir süreç. Düşünün, çölde günlerce yürüyorsunuz ve bir damla su arıyorsunuz. Tek bir kurumsal alanımız yok. Bir gazete çıkıyor. O gazeteyi bizim çocuklarımız ölümü göze alarak götürüp kapı kapı dolaştırıp satıyor. Bir derneğimiz yok. Siyasal parti hiç yok. İşte HEP biraz önce de söylediğim gibi bu tabanın üzerine kuruldu. Cezaevi kapıları var. Maddi manevi yokluğun her türlüsünün yaşandığı bir süreç 90’lı yıllar. Buna paralel müthiş bir dayanışma ruhu var. Diyelim ki Urfa’nın Hilvan ilçesinde bir kaybımız olmuşsa anında bu kitle bir araya geliyor. Herkes gücü oranında küçük çapta da olsa bir katkı sunuyor. Malzemeler alınıyor, oraya gidiliyor. O dayanışma ruhudur. Bir bu. İki, düşünsel olarak bir davaya hizmet anlayışı vardı. Mevki, makam, çıkar, rant olgusu yoktu. Böyle olunca müthiş bir sahiplenme, muazzam bir dayanışma ruhu ortaya çıktı.
Bu ne zaman bozuldu?
Bu ilk 1999’da belediye seçimleriyle başladı. Bu mücadelede bedel ödeyen herkes değerlidir. Binlerce kaybımız var. Aileleri kategorize ederek konumlandırmak doğru değildi. Onlara zaten sahip çıkılmalıydı. Bütün ihtiyaçları karşılanmalıydı. Bunun için mevki, makam gibi rant araçlarına başvurulmamalıydı. Maalesef o dönem siyaset iki başlı hale geldi ve değer aileleri üzerinden bir örgütlenme süreci başlatıldı. Bu büyük bir tehlikeydi ve sonuçta çok acı bir karşılık da aldık. Bazıları kırıldı, bazıları üzüldü, bazıları kendisini geri çekti. Çünkü bunu hak etmiyorlardı. Gerçekten davaya inanmış insanlardı çoğu. Davayla günlük siyaseti karıştırdığınız zaman bozulma başlıyor.
‘HEP BİR PROTESTO HAREKETİ OLARAK DOĞDU’
1999’da yaptığınız bir tespit var, ‘değer ailelerini karıştırmayalım’ diye. Bunun sakıncaları varsa neden devam edilmesine izin veriliyor?
İki boyutu var bunun. Bir, sistem kaynaklı bir boyutu var. Sistem çok acımasız yükleniyor. Gelişmiş her insanı özel olarak hedefleyerek ya cezaevinde, sürgünde çürütmeye terk ediyor ya da yok ediyordu. İkinci boyut, bizim yapısal sorunlarımız var. Halk bir dava etrafında kitleselleşerek gelişti. Mağdur, mazlum ve hiçbir hakka sahip olmayan, sosyal, siyasal, ekonomik olarak hiçe sayılan, aynı zamanda yarası derin olan, binlerce tutsağı olan bir halktan bahsediyoruz. Sorunun kaynağı temeldedir. Eğer o zaman gerçekçi bir analiz yapılsaydı ve parti ona göre konumlansaydı, belki bugün bu kadar sıkıntı yaşamazdık. HEP, bir protesto hareketi olarak doğdu. Halk farklı bir talepte bulunuyor, günlük siyaset farklı bir realiteyi dayatıyor.
Talep edilen; önce yasal güvenceyle var olabilmek. Dilinden sıkıntı duymamak, cenazelerini torbada ya da karton kutuda kucağına alıp taşımamak. Devlet vatandaşını bu kadar ayrıma tabi tutuyorsa, hiçe sayıyorsa o zaman devlet şunu kendisine sormalı: “Ben bu halkla birlikte yaşamak istiyor muyum, istemiyor muyum?” Ve bunu net bir biçimde ortaya koymalı. Hakeza, siyasi partiler de tutumlarını netleştirmeli. “Evet, seni istiyorum ama iradesiz bir şekilde istiyorum. Sen bana oyunu ver, gerisi Allah kerim.” Böyle bir şey olabilir mi?
Şimdi 99’da gördüğümüz durumu bugün hâlâ neden yaşıyoruz?
Bazılarının ilk politik şekillenişleri CHP zihniyetinin etkisiyle gelişti. Bu zihniyetten arınmak kolay değil. “Belki değişir” diyorlar, oysa belkilere bırakılamayacak kadar devasa bir sorunla karşı karşıyayız. Yüzyılı aşkın bir süre inkara tabi tutuluyorsun. Adın bile yok. “Hepimiz eşitiz” diyorlar, nerede eşitiz? Mezarıma tahammül etmeyen eşitim olabilir mi? Köy ismimi değiştiren eşitim olabilir mi? Hukuk bazılarına var bazılarına yoksa nasıl eşit olabiliriz? Dünya kadar fezleke dosyası var Meclis’te. Habire Kürtlerin temsilcileri fezlekelerle Meclis’in dışına atılacak, o irade hiçe sayılacak, eşitim olabilir mi? Belediyelere kayyım atanıyorsa, irade hiçe sayılıyorsa eşitim olabilir mi?
Dilimi ‘bilinmeyen dil’ olarak tanımlayan bir zihniyet eşitim olabilir mi? Bütün bunların kaynağında bir inkâr süreci var. Siz sormadan ben geleyim; 2023’te bunu bir devlet yetkilisine söylemiştim. Demiştim ki “Çok zor bir süreç. Çünkü biz inkarın inkarıyız. Reddin reddiyiz daha doğrusu. Bu sistem bizi reddetti. Biz de onu reddederek konumlandık. Kabul ve ret ölçülerimiz daha netleşmedi. Kabul ve ret ölçülerimiz netleşmediği için de kaotik bir ortam yaşandı.”
‘2015’TE MECLİS KAPISINDAN ÇIKTIM, BİR DAHA DÖNMEDİM’
Hazır seçimlere gelmişken, geçenlerde Gazete Duvar’da bir haber çıktı. Leyla Zana belediye başkanı adayı mı oluyor, diye. Bu bir kulis bilgisiydi elbette ama DEM Parti’den size bir teklif geldi mi?
Bu halk dört defa beni onurlandırdı. Halkıma karşı borçluyum sonuna kadar. Hak etmiş miydik, etmemiş miydik onu da tarihe bırakıyorum. Hiç haberim yokken, 1991’de bir baktım ki milletvekili adaylık sürecim başlamış. Talebim olmadı hiçbir zaman. Hiçbir zaman mevki, makama aday olmadım. Bir dava var ve bu davaya samimiyetle nasıl katkı sunabilirim diye yaklaştım. 1991’den bu yana bir şey değişti mi benim açımdan? Hayır, değişmedi. 2015’te yemin töreninde zaten bir kriz yaşandı. Bu da bir paradoks. Meclis’in adına bakıyorsun Türkiye Büyük Millet Meclisi. Anayasa, o beğenmediğimiz, çöpe atılması gereken Anayasa’nın kapağına bakıyoruz. O da Türkiye Cumhuriyeti Anayasa’sı. Ama yemin metninin mantığına bakıyoruz. Irkçı ve tekçi bir söylem var. Türklük esaslı. Ya kendini Türk olarak hissedeceksin, ifade edeceksin ya da bu işin dışında kalacaksın.
Türklük yerine Türkiye dedim. Ve o dönemin geçici Meclis Başkanı (Deniz Baykal) yeminimi kabul etmedi. Kabul etmeyince tekrar yemin etmem istendi. Ben de reddettim. ‘Ben doğru ifade ettim. Yanlış olan sizsiniz, ben değilim’ dedim. O gün Meclis’in kapısından çıktım ve bir daha geri dönmedim. 8 yıldır Ankara’ya ayak basmadım. Zaman zaman buradan Diyarbakır’a ya da Batman’a kadar gidip geliyorum, o kadar. Mevki makam değil, bir dava sahibiyim. “Bu dava beni ilgilendirmiyor” deme lüksüne sahip değilim. Mahcubiyetimdir beni susturan ya da bu köyde oturtan durum. Halkıma karşı mahcubiyetimdir. Başka hiç kimseye ne borcum ne minnetim ne de mahcubiyetim var. Halkıma minnettar, mahcup ve borçluyum. Bugünkü konuşmayı da bu temelde yapıyorum. Şimdi anaların çocukları tekrar açlık grevinde ve tekrar başa dönüyorum. İnanıyorum ki, her bir lokmada o anaların boğazı düğümleniyordur. Kafalarını yastığa koyduklarında dirhem dirhem eriyorlardır. Buna sessiz kalmak gücüme gidiyor. İnsan olmaktan utanırım o zaman. Mesele burada. Yoksa milletvekiliymiş, belediye başkanıymış bunlar hepsi benim dışımda.
Benim dışımda diyorsunuz ama bu pek kolay öyle olmuyor sanki.
Bir seçmen olarak tabii ki bu hareketin güçlenmesini isterim. Birincisi bu. Güzel güzel genç insanlarımız yetişmiş. Onları takip ediyorum, çok mutlu oluyorum… Bir iğne ucu kadar ilham kaynağı olmuşsam bu benim için dünyanın en büyük onurudur. Sultanlığa ya da krallığa özenenlere mesajım olsun. En büyük taht bu onurdur, insanların yüreğinde küçücük bir yer edinebilmek.
Siz bir mücadele insanısınız. 8 yıldır köyde oturmak sizi hiç rahatsız etmiyor mu?
Mücadeleden hiçbir zaman vazgeçmedim. Az önce de belirttiğim gibi bu bir yas süreci benim için. Ayrıca bizim gibi insanlar eğer görüş, öneri, katkı, deneyim paylaşımı talep edilirse buna uygun bir pozisyon alabilmeli. Biriktirdiklerimizi, tecrübelerimizi aktarabiliriz. Bu da azımsanacak bir şey değil. Tecrübe bambaşka bir şeydir.
‘KÜRDÜ HİÇBİR ZAMAN EŞİT GÖRMEDİLER’
90’lı yıllar hiç kuşku yok ki çok zordu ancak, örneğin TÜSİAD Kürt meselesi üzerine raporlar hazırlayabiliyordu. Bu örnek üzerinden Türkiye’de dünden bugüne ne değişti sizce?
Cumhuriyet Kürdün inkârı üzerine kuruldu. Kürdü var eden biri maddi diğeri manevi iki kimliği var. Biri kültürel boyutuyla inancıdır, diğeri siyasal boyutuyla varlığıdır, dilidir, statüsüdür. İki kimliğini de elinden aldı devlet. Kürtleri kumpas kurarak çatışmanın içine çekti, çekiyor. Şu anda Rojava’da sivil yerleşim yerleri bombalanıyor, sınır ötesi operasyonların ardı arkası kesilmiyor, Güney Kürdistan füzelerle vuruluyor, siyasi suikastlerle kadınlar, gençler, siviller katlediliyor… Hiçbir insan artık ”milli güvenlik” ya da “beka” gerekçesiyle toprağa düşmesin… Bu coğrafyada evine ateş düşenleri bizden daha iyi kimse anlayamaz. Yoksul asker ailelerinin acısını da yüreğimde hissediyorum. Bu ülkenin vicdanlı insanları var Türk aydınları ve demokratları içerisinde. Geçen gün birini dinledim, diyor ki, “El insaf, yani bu kadar da saldırılır mı?” Kürt kendi kökenini nerede olursa olsun değer sayıyor, öyle kabul ediyor ve bunun için mücadele ediyor.
Sorunuza dönersek, işte 90’lı yıllardan bu yana bir türlü anlaşılamayan ve aşılamayan şeylerden biri de budur. TÜSİAD ve başka bazı kuruluşların hazırladığı raporlar da gösterdi ki, gerçekten Kürtleri tanımıyorlar. Bunu mahkemelerde de ifade etmiştim: “Sizinki artık objektif verilerin dışında patolojik bir vaka. Siz Kürdü hep sokağınızda boyacı, simitçi, evinizde hizmetli olarak gördüğünüz için o alışkanlıklarınızı terk edemiyorsunuz. Kürdü nasıl eşitim olarak kabul edebilirim açmazı, sancısı yaşıyorsunuz.” Kürtlerin önünü artık hiçbir şeyin alamayacağının çok farkındalar ve aslında görebiliyorlar.
Toplum değişiyor, değişti, değişmeyen sistemin bakış açısı. Sıkıntı da orada. Şeyh Said posterleri gençler tarafından surlara asılıyorsa demek ki sen hepimizi idam etsen de birileri bir gün kalkacak bu davayı sürdürecek. Bu dava bitmez. Çünkü bu dava kişilerin çok çok ötesinde. Bu dava her türlü kurumsal alanın da ötesinde. Devlet, seni sevmem, tanımam ama özgür de bırakmam diyor. Oysa bu topraklar herkesi kucaklayacak, besleyecek zenginlik ve derinliktedir. Halkları dilenci pozisyonuna düşürmüşsün. Buna ne hakkın var?
‘MUHATAP SAYIN ÖCALAN’DIR’
2013’te bir çözüm süreci başlatıldı. Sonra akamete uğradı, masalar devrildi, mesele daha zor bir yere doğru evrildi. Siz sürecin içinde olan bir siyasetçiydiniz. Ne oldu o dönem? Masa neden devrildi?
2006’da diplomatik çalışmalar kapsamında Norveç’e davet edildim. “Kürt meselesinin çözümüne nasıl katkı sunabiliriz” diye soruldu. Uzun tartışmaların ardından temelde iki noktanın altını özellikle çizdim. İlki; çatışan kesimlerin bir masa etrafında toplanması, diğeri de Kürtlerin bir araya gelmesi. Çünkü Kürtler dağınıkken ne Türkiye’nin demokratikleşmesine ne de kendilerine katkı sunabilirler. Her parçanın mutlaka özgünlükleri vardır. O özgünlükleri göz önünde bulundurarak ortak paydalarda bir araya gelmeleri ve gelen fırtınayı göğüslemeleri gerekir. Bunlar 2009’a kadar belli ölçülerde hayata geçti. 2009’da garantörlük sorunu çıktı, çünkü Türkiye “sadece Kürtlerle bu işi hallederim” dedi ve maalesef o diyalog süreci de akamete uğratıldı.
2012’de o zamanın Başbakanı Sayın Erdoğan’la bir görüşme gerçekleştirdik. Sayın Beşir Atalay da oradaydı. Ne düşünüyorsam ifade ettim: “Bu sistemin kara delikleri yama usulüyle kapanmaz. Siz başbakanken bu anayasanın artık bir biçimde değişmesi lazım. Utançtır, 12 Eylül faşist rejiminin diktiği deli gömleğini artık bu toplumun boynuna zorla geçirmeyin.” Kürtlerin muhataplığı konusuna da geldik. Ben döndüm dedim ki “Şu anda sizin dışınızda kim AK Parti’ye güç getirebilir? O zaman bu çatışma sürecini sonlandırmak için kim neyi yaratmışsa onunla oturacaksınız. Sayın Öcalan orada… Kendisiyle oturup konuşmalısınız. Kürtlerin temsilcileri var. Onu da yasal zeminin içerisinde, birbirinden ayrıştırmadan, birbirine karşıt pozisyona getirmeden, bütünlüklü olarak ele alıp bu sürecin altından ancak kalkabiliriz.
Her kesimi bu sorunun ortağı haline getirmelisiniz. Sadece iktidar partisi ya da sadece bizim bir kesimimizle bu sorun halledilecek bir sorun değil. Herkesin sorunu çünkü. Eğer demokratikleşme sağlanamıyorsa bu sorundan kaynaklı. Eğer faşizm bu kadar kök salıyorsa bu sorundan besleniyor. Kürt sorunu çözülmediği müddetçe faşizmin önüne geçemezsiniz. Rant bu kadar yüksek derecede gündemde ise kaynağında bu sorun yatıyor. İnsan hakları ihlalleri bu yüzden bitmiyor.” Hatta dedim ki, “Sayın Başbakan, 8 tane polis bir vatandaşı dövemez.” Dedi ki, “Leyla Hanım 8 polis değildi.” “Hadi 5 olsun” dedim…
Görüşmede sorunun çözümüne nasıl yaklaşılması gerektiğini de anlattım: “Taktiksel değil, stratejik olarak yaklaşın bu soruna. Stratejik yaklaşırsanız Türkiye’nin de önü açılır. Dünyanın Türkiye’ye ihtiyacı var, Türkiye’nin de dünyaya ihtiyacı var. Bizim de birbirimize ihtiyacımız var. Biz bu coğrafyanın sahiplerinden biriyiz. Siz dünyaya açılmak zorundasınız.” Daha bir sürü şeyi kendisine ifade ettim ve muhatabın kim olduğunu açıklıkla söyledim. Muhatap bellidir. Ortadoğu’ya en çok kafa yoran Sayın Öcalan’dır.
Ne dedi?
Onu şimdilik açmayalım. 2013’teki süreç pek çok açıdan tarihsel bir fırsattı. Yalnızca Kürtler için değil, Ortadoğu halkları için de öyleydi.
‘SİLAHLAR BIRAKILSIN ŞARTI’
Şartları olmuştur mutlaka.
“Silahlar bırakılsın” dedi. Dedim ki, “Gerçekçi değil. Neye dayanarak bırakacaklar? Bir projeniz var mı? Bu insanları nereye getireceğiz? Nerede konumlandıracağız?” O kadar net konuştum.
Erdoğan’ın başbakan olması sistemin taktiği miydi?
Ümmetçi anlayışı denemek istediler. Kürtler de zaten bu ümmetin bir parçası. Tekrar özgünlüklerinden ve özelliklerinden arındırarak, sadece inanç bağlamında buraya bağlayabilir miyim? Bunun hesabını yapar sistem. “Sizin burada oturmanız bile bu hesabın sonucudur” dedim. Çünkü her şey denenmişti, bir tek ümmetçilik denenmemişti. O da denendi. 2014-2015’den bu yana uyguladıkları politikanın sonucu da bu. Acaba biz korkutarak, yok ederek, cezaevine atarak Kürtleri tekrar sindirebilir miyiz? Bir 100 yıl daha geri çekebilir miyiz? Küçük hesaplar. Daha büyük düşünsene!
‘ÖCALAN’I VE ERDOĞAN’I DEVREDEN ÇIKARMAK İSTEDİLER’
2013’teki barış süreci aslında biraz sizin talep ettiğiniz şekilde ilerledi. Çünkü bir akil insanlar heyeti kurdular. Türkiye’nin her tarafına gittiler, görüştüler. Kandil’le, siyasi partililerle, cezaevleriyle, diasporayla her tarafla görüşmeler yapıldı. Şimdi hep sorulan soruya geldik. Süreç neden bozuldu?
Bu sorunu Öcalan’sız ve Erdoğan’sız çözmek isteyenler, bu işi kendi aramızda çözeriz diyenler oldu. Dünya kadar risk göğüsleyeceksiniz ve kimileri sizleri bu işin dışında bırakarak yol almak isteyecekler. Kabul eder miydiniz? Zor. Bu kadar net. Bunu ilk defa duyuyorsunuz değil mi? Bunu bazılarının yüzüne vurduğum için bu rahatlıkla söylüyorum. Kişilerin adını vermeyeceğim. AKP’nin içindekiler bana dediler ki, “Biliyor musunuz sizinkiler Öcalan’ı dışlamak için bu süreci bozdular.” Ben de döndüm dedim ki, “Ben başka bir şey daha biliyorum. Siz de Erdoğan’sız bu işi götürmek istediğiniz için süreç bozuldu.” Tek bir cevap alamadım. Karşımdaki sustu.
Peki ama Erdoğan o zaman güçlüydü, hâlâ çok güçlü. Buna nasıl izin verebilirdi ki?
Hatırlayalım, 7 Haziran 2015 seçimlerinde Erdoğan ilk defa Meclis’te çoğunluğu kaybetti. Çözüm süreci yaşanan sıkıntılara rağmen sürüyordu. İddia ediyorum ki, tekrar seçime gitmeyi engelleyecek bir formül yaratılabilseydi, Türkiye’deki vicdanlı, duyarlı kamuoyu, demokratik güçler, Kürtlerin bir kısmı ve Erdoğan, güvenlikçi zihniyete karşı durabilselerdi süreç farklı gelişebilirdi. Sürecin bozulmasında Milli Güvenlik Kurulu kararlarının mutlaka etkisi olmuştur ama sadece MGK kararlarıyla bozulduğu tek başına yanıt olamaz. Bu sorunu çözebilmek için iktidar gücü önemliydi. O zaman da söylemiştim, “İkinci bir seçime (1 Kasım 2015) gidersek korkarım ki 90’ları arar hale geliriz.” O dönem dirsek teması kurulmaya çalışıldı ve Erdoğan’la görüşüldü. Ama artık çok geçti.
Nasıl bir dirsek teması?
Bilmiyorum. O kadarı da araştırmacılara kalsın. Bu sürecin aydınlanmasını ben de isterim.
Sürecin bozulmasıyla ilgili AK Partililerden de DEM Partililerden de karşılıklı suçlamalar duyuyoruz. Ama sürecin bozulma gerekçeleriyle ilgili neredeyse somut hiçbir şey öğrenemiyoruz. Hep kamuoyundan bir şey gizleme çabası var sanki?
İnanın iki parti arasında ne konuşulduğunu bilmiyorum. Ben daha çok Güney Kürdistan Bölgesi’ne endeksli bir diplomatik çalışmayla sınırlandırıldım. Bilmiyorum yani ne konuşuluyordu. Rutin heyet görüşmelerinde yer almadım. Yalnızca, en son görüşmemizde, Sayın Öcalan’ın Dolmabahçe Mutabakat metnine ilişkin eleştirileri oldu.
O metin kötü müydü? Öcalan yetersiz mi bulmuştu?
Dolmabahçe buluşması kamuoyu açısından anlamlı ve önemliydi. Metnin içeriği ve hazırlık aşamasına dair detaylara vakıf değilim.
‘ÖCALAN KÜRTLERDE BİR RÖNESANS GERÇEKLEŞTİRDİ’
Öcalan meseleyi çözer miydi? Böyle bir gücü var mıydı?
Tabii ki vardı. Hâlâ da var. Sorunu en iyi bilenlerdendir. Çünkü sonuçta bu devasa hareketi en az 40 yıldır ayakta tutan onun öngörüleridir. Onun fikriyatıdır. Şimdi Kürt hareketi denilince Türkiye’de akla sadece çatışma geliyor. Halbuki bunun kültürel, felsefik boyutu var. Bunun bir örgütleme düzeyi var. Bunun çağdaş yaşam biçimi vardır. Yani Kürtlerde bir rönesans gerçekleşti. Bir görüşmede dedi ki “Ben devrim yapamadım.” “Hayır, başarılısınız” dedim. “Sovyetler Birliği’nde devrim yapıldı. Proletarya diktatörlüğü kuruldu. Ama 70 yıl dayanabildi. Ama siz zihinsel devrimi yaptınız. Bunun en somut ve çarpıcı örneği de Kürt kadınıdır” dedim. Öyle deyince gülümsedi. “Öyle mi düşünüyorsun” diye sordu, “Evet, öyle düşünüyorum” dedim.
Tartışıyordunuz bazı meseleleri, değil mi? İmralı’ya sadece talimat almaya gitmiyordunuz yani?
Tabii ki. Kendisinin bu konuda çok saygın bir yaklaşımına tanık olduk. “Benim adıma şunu yapın demem. Ama kendi halkın adına ne yapmak istiyorsan serbestsin. Halk adına yapın” diyordu.
Öcalan bu işi çözebilirdi, kararlıydı, niyeti oydu diyorsunuz. Erdoğan’da da böyle bir kararlılık hissetmiş miydiniz? Meseleyi çözmeye hakikaten istekli miydi? Çünkü bu konuda Kürtlerin büyük kuşkuları gözlemleniyor.
Öcalan, “En görkemli savaş bile barıştan daha değerli değildir. Çünkü savaş çürütür. Barış süreci ise büyütür” diyordu. Eksik şeyler olabilir ama çaba gerekiyor. Yıkım kolaydır ama inşa çok zordur. “Adım adım gideceğiz” dedi. Peki, iktidarın tümü stratejik yaklaşıyor muydu? Demin ifade ettim, orada da aynı bizdeki kafa karışıklığı vardı. Her şeyi seçime endeksleyerek konumlandılar ve böyle bir tabloyu Türkiye halklarına reva gördüler.
‘BU SORUN HERKESİ YAKMAYA BAŞLADI’
Çözüm süreci Erdoğan’ın inisiyatifi dışında mı bitti?
Sayın Cumhurbaşkanı “süreci dondurucuya kaldırdım” diyor. E artık miadı geçmek üzere, bence dondurucudan çıkarıp bu işi esastan ele almak gerekiyor. Zaman kaybetmeden… Ama görülüyor ki böyle bir çabaları yok. Artık zamanı ötelemeye, ertelemeye tahammül kalmadı, anlatabiliyor muyum?
Ortadoğu’nun geneline baktığımızda koşullar bunu herkese dayatıyor. Kürtlere de dayatıyor, Türkiye Devleti’ne de dayatıyor. Hayat dayatıyor, toplumun beklentisi oradan çıkıyor. Kürtler ölüme aşık değil. Kürtlerin devleti yıkmak gibi bir yaklaşımları yok zaten, bir hak arayışı var, yok sayıldığı için bir biçimde direnmek zorunda kalıyor. Devlet açısından baktığımızda, borçları artık milyar dolarları çoktan aştı. E bu borcu nasıl ödeyeceksin? Barış hâkim olsa bu topraklar kimi beslemez? Hiç Ukrayna’dan buğday, mercimek almana gerek yok. Bir diyalog geliştirsen, sağlıklı bir iş birliğine gitsen Avrupa’yı da ısıtabilecek kaynaklara sahibiz… İktidarı ve muhalefetiyle enerji, zaman ve kaynaklar buna harcanmalı. Bu sorun herkesi yakmaya başladı.
2013’te bu niye olmadı?
Yeterince çalışmadık diyelim. Yeterince anlatamadık. İki taraf için de söylüyorum. Devlet yeterince tedbir geliştirmedi ya da net bir tutum belirlemedi. Diplomatik, politik ve kitlesel boyutuyla biz de çok dağınıktık. Yapı olarak dağınıktık. Kimse diğeriyle bir şey paylaşmıyordu. Öyle bir sıkıntı da vardı.
‘SEN ÖLÜM ORUCUNA GİDERSEN BİL Kİ BİNLERCESİ SENİNLE ÖLECEK’
Bilgi paylaşılmadı mı?
Bilgi paylaşmayınca istersen en tepede ol, bir şey yapamazsın. Çünkü sürekli şu kaygıyı taşırsın, acaba ne yaparsam zarar vermem? Zarar verme pozisyonunda olmak istemem. Tam tersine; kendi gerçekliğimi göz önünde bulundurduğumda ben katkı sunmak üzere pozisyon alırım. Bilgi paylaşılsa netleşme sağlanır. Netleşme sağlanırsa o pratiğe yansır. O dönem şehir merkezlerinde çatışmalar devam ediyor ve her yerden ölüm haberleri geliyordu. Bu yerleşim yerlerine giriş yapılmasına izin verilmiyordu. Biz de milletvekili arkadaşlarımız ve parti teşkilatımızla birlikte Midyat’tan Cizre’ye gitmeye çalışıyorduk. Çünkü Cizre’den korkunç haberler geliyordu ve biz de ablukayı yarıp halkımıza ulaşmak istiyorduk. Tabi güvenlik güçleri her noktada bütün güçleriyle geçişimizi engellemeye çalıştılar. Biz de yürüyerek gitmeyi kararlaştırdık. En son İdil’de de durdurulunca arkadaşlarımızla beraber bir durum değerlendirme toplantısı yapmak üzere burada kaldık.
Toplantıda bir grup arkadaşın orada kurulan barikatı aşarak Cizre’ye geçmeye çalışacağı geri kalanların ise kamuoyunu bilgilendirmek için bir açıklama yapmasında karar kılındı. Açıklamayı da benim yapmam istendi. Orada hem Cizre’ye ulaşma hem de ölümlerin durması adına her şeyi yapabileceğimizi vurgulamak için çatışan her iki tarafa da seslenerek ölümlerin durmaması halinde ölüm orucuna başlayacağımı söyledim. Bu açıklamadan birkaç saat sonra bir temas sağlandı ve çatışmalar bir süreliğine durdu.
Ertesi gün de Cizre’ye girebildik. Amacım bu gençlerin, bu sivil insanların ölümünün önüne geçebilmekti. Az önce belirttiğim gibi bir süreç hakkında bilgi sahibi olmazsan sürece zarar verir miyim vermez miyim kaygısını taşıyorsun. “Sen ölüm orucuna gidersen bil ki binlercesi seninle ölecek” dendi. “Amacım bu ölümleri durdurmak. Bir kişi bile benimle ölüme giderse ve ben kurtulursam kendimi asla affetmem, bunu kaldıramam.” Yapamazdım. Amaç ölümleri durdurmaksa ve yapacaklarımla o amaçtan uzaklaşıyorsam; bir tek insanın dahi ölümüne sebebiyet vermemek için orada durup sözümü yutmak durumunda kaldım. İlk kez sözümü yuttum. Yoksa siyasal çizgi olarak baktığımda ne düşünmüşsem ona göre davrandım ve yaşadım bugüne kadar. Tarihimiz böyle, biz böyle öğrendik.
Güneyle ilgili ne düşünüyorsunuz? Barış sürecinden başlayarak diyelim… Sizin orayla da temaslarınız vardı.
Barışın gerçekleşmesi için emek veren herkese minnettarız. Böyle bir zamanda Mam Celal’i (Talabani) de mutlaka hatırlamak ve hakkını teslim etmek gerekir. Hayatı boyunca Türkiye’de Kürt sorununun demokratik ve barışçı çözümü için çabaladı. Tabii Kek Mesut ve Neçirvan Barzani’nin de çözüm sürecinde çok önemli katkıları oldu. Egemen güçler de Kürtlerin dağınık ve parçalı halinden besleniyor, ne yazık ki. Doğal olmayan siyasal sınırlar zaten bir halkı paramparça etmiş. Oysa Kürtler birbirlerine rakip değil. Kürtler bulundukları her yerde bir yandan varlık mücadelesi verirken, diğer yandan birbirlerini tanıma ve anlama süreci yaşıyor. Nasıl bir ilişki ağı geliştirilecek, bu nasıl kalıcı, dayanıklı ve verimli bir hale dönüştürülecek?
Bütün bunlar için konuşmak, diyalog kurmak gerekir. Kürtler kendi birliklerini sağlayabilmeli. Türkiye de Rojava’nın barış ve diyalog çağrılarına bombalayarak değil, daha önce olduğu gibi diplomatik ilişki ve temas kurarak yanıt vermeli, komşuluk geliştirmeli tıpkı Güney Kürdistan’la geliştirdiği ilişki gibi…
Siz umutlusunuz, anladım. Ama, “Leyla Hanım yeni bir süreç ihtimali var, siz de bize katılır mısınız” gibi bir teklif geldi mi size?
Onu açmayalım. Zaman zaman insanlar görüşlerime başvurabiliyor. Size aktardıklarımı onlarla da paylaşıyorum. Hiçbir sansür koymadan düşüncelerimi ifade ediyorum bütün kesimlerle. Günlük siyaset ve dava hem ayrı hem de birbirini bütünleyen şeylerdir. Birini diğerinden koparırsanız eksik kalır. O nedenle günlük siyaset mutlaka yapılmalı. Ama bir davanın olduğu bilinciyle hareket edilmeli. Bu dava Leyla’dan da büyüktür, Ali’den de, Ayşe’den, Fatma’dan da büyüktür. Bu dava biz olsak da olmasak da sağlam temeller üzerinde inşa edildi. Kitlemiz sağlam. Halkımıza sonsuz güven duyuyorum. Gençlikten müthiş umutluyum. Bir iğne ucu kadar ilham kaynağı olmuşsak ya da bir katkımız olmuşsa ancak mutluluk duyabilirim.
‘HAYATIN HAKKINI VERMEYE ÇALIŞIYORUM’
Sağlığınız nasıl?
İyiyim.
Hep köyde misiniz?
Köydeyim.
Ne yapıyorsunuz köyde? Nasıl geçiyor bir gününüz?
Günlük hayatın tümüne güç getirmeye çalışıyorum. Hayata sitem etmektense hayatın hakkını vermek en güzelidir, en doğrusudur. Hayatın hakkını vermeye çalışıyorum. Farklı ırklardan bütün dünya halkları kütüphanemde yan yana. Zaman zaman kütüphaneye bakıp, ne güzel kardeşçe yan yana duruyorlar, diyorum. Hepsi farklı düşünüyor, hepsi farklı renkte, hepsi farklı bir çığlık atıyor, ama birbirlerini oradan düşürmüyorlar.
Ne okuyorsunuz? Daha çok roman mı, siyaset mi?
Biyografiler daha çok ilgimi çekiyor. Tarihi de seviyorum.
Ne okuyorsunuz şu an?
Şu anda Tanıl Bora’nın hazırladığı Demirel’in biyografisini okuyorum. Önemli bir kitap çünkü bir tarihe ışık tutuyor.
Müzik dinliyor musunuz?
Müziksiz duramıyorum. Kürtçe şarkılar dinliyorum. Ama Türk Sanat Müziği’ni de seviyorum.
‘BETON 10 YILIMI ALDI CEZAEVİNDE’
Şehre geliyor musunuz? Diyarbakır’a gelince ne yapıyorsunuz?
Çok az geliyorum. Şehre gelince boğulduğumu hissediyorum. Çünkü her taraf beton. Bir kere bizim iklimimiz betona bu kadar uygun değil. Bizim iklimimiz Diyarbakır’ın bazalt taşına, bir de Midyat’ın beyaz taşlarına uygun. Aşırı sıcak var. Taş yazın serin tutar, kışın sıcak tutar. Bu beton yığını bizi boğdu. Onun için betondan kaçıyorum. Yeterince beton ve demir gördüm, 10 yılımı aldı cezaevinde. Toprağa basabileyim, toprakla haşir neşir olayım istiyorum. Günlük hayatım böyle, doğal yaşamın içerisinde bir parçayız işte…
Haberleri nasıl takip ediyorsunuz?
Sıkı bir şekilde. Sabah 10’da kalkabiliyorum. 10-11 arası. Çünkü hastam var ve bazı geceler hiç uyutmuyor. Gece saat 12 ile 4 arası bütün gündemi takip edebiliyorum. Karşıtları da takip ediyorum. Kürtlerle ilgili ne varsa onu takip ediyorum. Türkiye’nin demokratikleşmesi ya da ekonomisiyle ilgili gelişmeleri takip ediyorum. Diasporadaki seslere kulak kabartıyorum. Televizyonu açmıyorum. Televizyon miadını doldurdu diye düşünüyorum. Çünkü iktidar medyası da muhalefet medyası da yanlı. Muazzam emek sarf eden, fedakârlık gösteren gazeteciler de var. İçeride olan basın mensupları var. Her şeye rağmen her şeyi göze alıp gerçekten gerçeğin sesi olmaya çabalayan kesimler var. Gücüm oranında hepsini takip edebiliyorum.
‘HALKLARIMIZIN ÇIKARI DIŞINDA HİÇBİR ŞEY BENİ ANKARA’YA GÖTÜREMEZ’
Köyde yaşamaktan sıkılmıyor musunuz? Çünkü yapı olarak da karakter olarak da cevval bir insansınsınız. Sizin gibi bir insan hep bir şeyler yapmak ister sanki. Böyle evde oturacak, evden siyaseti takip edecek bir insan değilsiniz gibi geliyor bana.
Şimdi benim şöyle bir yapım var. Ben karar verme süreçlerini çok zor yaşarım. Kolay kolay karar vermem. Ama karar verdiğim zaman da onunla mutlu olmasını bilirim. Emin olun hiç sanki mevkii makam sahibi olmamışım, dünyayı gezmiş biri değilmişim gibi rahatım. Kendimle barışığım bu konuda. Ama doğru, bazen bana da tuhaf geliyor. Hiçbir şey yapmamışım, görmemişim, yaşamamışım gibi bir iç dinamizmine sahibim. Zamanım olduğunda hemen kitaba sarılıyorum. Orada farklı hayatları görüyorum, farklı sesleri duyuyorum. Duygusal olarak da zihinsel olarak da doyuyorum.
Sizi ne çıkarır köyden peki? Ankara’ya ne götürür?
Umarım ihtiyaç olmaz. Bilmiyorum ne götürür beni… Halklarımızın çıkarı beni götürür. Başka hiçbir şey beni götürmez. İhtiyaç duyulursa, duyulmazsa zaten herkes kendi yolunda. Umarım o boşluk olmaz.
Benim sormayı akıl edemediğim, sizin söylemek istediğiniz başka bir şey var mı?
Gerçekten sorunlar çok ağır. Bunun farkındayım. Arkadaşlarımızın işinin kolay olmadığının bilincindeyim. Toplumsal beklentinin çok yüksek olduğunu görebiliyorum. Halk hiçbir zaman öncüsünü yalnız bırakmaz. Bizim aslında diğer siyasi partilerden farkımız da bu. O nedenle bu kitlesel güce inancım sonsuz. Kurumlarına sahip çıkacaklar ve geliştirecekler. Mevcut yönetim iyi gidiyor, takip ediyorum. Saygıyla karşılıyorum hepsinin çalışmasını. Onlara selam, sevgilerimi yolluyorum.